Eğitimde Model Değil Sistem Sorunu Var

Özgür Yazarlar Birliği, “Zorunlu Eğitim ve Sistem Sorunu” başlıklı bir panel düzenleyerek Milli Eğitim Sistemi’ndeki temel sorunları ve model arayışlarını tartıştı.

Özgür Yazarlar Birliği’nin Sakarya’daki ikinci etkinliği, güncel eğitim tartışmalarının kuramsal arka planıyla ilgili oldu.

Zorunlu Eğitim ve Sistem sorunu başlıklı panelde Bayram Yılmaz, eğitimin zorunluluğu konusunu tartışmaya açarken, ikinci konuşmacı Rüstem Budak Türkiye’deki mesleki eğitim ve dini eğitim geriliminin tarihsel sürecini ve günümüze yansımalarını değerlendirdi.

Panelin son konuşmacısı Beytullah Önce ise eğitimdeki son otuz yıllık neoliberal dönüşümü anlattı.

PANELDEN NOTLAR

Bayram Yılmaz

”Zorunlu eğitim ne kadar zorunlu?” sorusu üzerinde durmamız gerekiyor… Bir insan dünyaya sadece evlat olarak gelmiyor, çok yönlü kimliklerle geliyor. Devlet de kendi kimliğini insana kazandırmak, onu kendi ideolojisine göre “iyi vatandaş” olarak yetiştirmek istiyor. Devlet eğitimde bu hedefi ile hareket ederken, iyi vatandaş kavramın içini de kendi doğruları ile dolduruyor; aksi halde meşruiyetini koruyamayacağını, meşruiyet zeminini kaybedeceğini biliyor.

Devlet; kendi düşüncesine, kimlik modeline uygun insan tipini yetiştirmeye toplumu ikna etmeye çalışır. Toplum bunu gönüllü olarak kabul etmelidir. Aksi halde sert tedbirler almak gerekecektir. Bu ise maliyeti yüksek bir yöntemdir. Onun için gönüllü ikna yol ve yordamlarını geliştirir. Zorunlu eğitim de bunlardan biridir.

Zorunlu eğitim, Fransız devriminin ortaya attığı bir kavramdır. Fransa’da Paris tekstil piyasasında çalışan çeşitli milliyetlere sahip işçiler arasında dil sorunu baş göstermişti. İletişim sorunu ile başlayan üretim sürecindeki aksamaya çözüm arayışları çerçevesinde zorunlu eğitim gündeme getirilmişti… Yani zorunlu eğitim hem yeni Fransız kimliği için hem de yeni üretim biçiminin işlemesi için gerekmişti…

Devletler tarih boyunca egemenlik aracı olarak kendilerini ve ideolojilerini kutsallaştırmışlardır. Mısır’da “Güneş’in Oğlu, Osmanlı Devleti’nde “Yeryüzünde Allah’ın gölgesi” gibi kavramlar hep bu kutsallaştırmanın ürünleridirler. Devlet, kendine itaat eden, uysal vatandaşlar yetiştirmek için kendi kutsallarını eğitim sürecinde kabul ettirmek ister… Tevhid-i Tedrisat Kanunu da yeni devletin kutsallarını aktarmak, yeni düzene uygun vatandaş yetiştirmek için çıkarılmıştır.

4+4+4 meselesine gelince… Bu tartışma aslında kimin nerde durduğunu ortaya koymuştur. İslamcılar olarak sivil bir tutum geliştirmekten ne kadar uzak olduğumuzu ispatlamıştır… Biz zorunlu eğitimi tartışmadan kavgaya dâhil olduk, kendi taleplerimizle değil sadece olana seyirci kalan taraflar olarak…

Rüstem Budak

Türkiye’de kimileri mesleki eğitimi temel alarak konuşurken,kimileri de din eğitimini merkeze alarak tartışmaktadır. Ancak konuyu sınıfsal zemine çekmek gerekir…

Eskiden beri bir kesim; ”din elden gidiyor, zorunlu eğitim dini de ortadan kaldırıyor” diye feveran ederken, bir kesim de ”dindarlar gericiliğin kaynağı, ilerlemenin önünde engel” fikrini bayraklaştırıyorlar. Oysa çatışmanın arka planına baktığımızda tarihte hep var olan ezen-ezilen çelişkisini görürüz…

Yeni rejim yeni bir kimlik, yeni bir insan tipi inşa ederken, şehirlerde halkevlerini, köylerde ise Köy Enstitülerini araç olarak kullanıyordu. Köy Enstitüleri aslında hep propaganda edildiği gibi köylünün aydınlatılması, kalkınması için yapılmamıştır. Tam tersine o zamanın rejiminin merkezi otoritesinden uzakta tutularak, düzeni sorgulamaması, yönetime katılma talebinde bulunmaması için kırda kalmaya mahkum edilmişti. Köy işlerini, tarım üretimini gerçekleştirecek teknikleri öğrenmesi, hep işiyle uğraşması, siyasetten uzak durması için çalışılıyordu.

1950′lere gelindiğinde ise sanayi artık devletin elinden özel sektöre geçtiği için bu kez aynı köylü kitlesinin sanayiye çekilerek işçileştirilmesi gerekmişti. Kalifiye elemen yetiştirilmesi için Endüstri Meslek Liseleri açıldı. Bu aşamada sanayi yerli dinamikler üzerine kurulmadığı için üretimi yönetecek sınıflar yani üniversiteli kesime ihtiyaç duyulmuyordu. Ancak 1980′lerden sonra uluslararası şirketlerin dönemi başladı. Artık meslek liseleri de yetmiyordu, üniversite mezunu elemanlara ihtiyaç başlamıştı. Mesleki fakülteler açılmaya başladı…

Görüyoruz ki, tartışmalar sürse de muhafazakar bir toplumda piyasayı zorlamayan bir dindarlığa ses çıkarılmamaya başlandı. Artık piyasanın gereğini yerine getiren dindar bir nesil ortaya çıkmaya başladı. İşin ilginç tarafı ”din elden gidiyor ” diyenler artık ” gençlik elden gidiyor ” derken bir yandan da bu gençliğin imanını ve dini yine karşıtlarının kurumlarında yani İmam- Hatiplerde arıyorlar, İmam-Hatipleri sahipleniyorlardı. Evlerinde dinlerini yaşamayanlar, yaşatmayanlar, kendi dini geleceklerini kurumsallaşmada arıyorlardı. Oysa kurumsallaşma dini öldürür. ”Tapınak dinleri”ni doğurur. Tarih boyunca hiç bir peygamber dini bir kurum meydana getirmek için çalışmamıştır. Dini eğitim kendi kaynaklarına dayanan, kendi akışına bırakılmalıdır.

Beytullah Önce

Türkiye’deki restorasyon; uluslararası süreçler, neoliberal değişimler anlaşılmadan kavranamaz.

Bilindiği gibi liberalizme göre serbest piyasa ve rekabet esastır. Devlet çok acil durumlar ve kriz anları hariç, piyasaya müdahalede bulunamaz ve ortaya her şeyin dengede olduğu bir toplum çıkar. Halbuki bu hayali gerçek karşılığı olmamıştır…

Neoliberal görüşe göre devlet sektörü rekabet olmadığı için hantaldır, kaliteli üretim yapamaz. Devlet özel sektöre karışmamalı, önünü açmalıdır… Şimdi durum eğitimde de böyle izah edilmeye başlandı…

“Devletin eğitime yaptığı müdahale eğitimde kalitesizleşmeyi getiriyor. Özel eğitim kurumları rekabet içinde olduklarından durmadan kendilerini yenilemektedirler. Bu da eğitimde kaliteyi artırmaktadır.” gibi argümanlar kullanılıyor. Ama neoliberaller aslında insani kaygılarda daha iyi bir eğitime can attıkları için böyle konuşmuyorlar. Bu lafların arka planında muazzam bir rant yatmaktadır. Aslında bütün çaba eğitim üzerinden sermayenin daha fazla kâr kazanması içindir.

Neoliberal anlayışta öğrenciler ve velileri müşteridir. İnsan ise en büyük sermayedir. İnsanın “sermaye” olarak görülmesinin vahametini artık siz düşünün…

İngiltere 1993′te eğitimi tamamen serbest piyasaya bırakmıştı. Bugün bunun vahim sonuçlarını görmekteyiz: İnsani değerlerin kaybolması, tamamen bireyciliğin ve her şeyi ticarileştirmenin yaygınlaşması, ahlaki çöküş, okullarda her konuda ilke ve değerlerin yerine tamamen piyasa kurallarının hâkim kılınması… Yani söylemdeki ifadeler, gerçekte buharlaşıyor, geriye de kötü bir tablo kalıyor.

Günümüzde artık “makbul vatandaş” otoriteyle uyumlu olduğu gibi, aynı zamanda piyasayla da uyumlu vatandaştır…

Dünya Ticaret Örgütü, Dünya Bankası ve Avrupa Birliği 1980′lerden sonraki eğitim modelinin itici güçleri olmuşlardır. Alınan kredi ve hibeler, eğitimin özelleştirilmesi ve yerelleştirilmesi, özel sektörün eğitim alanına rahatlıkla girebilmesi için kullanılmaktadır…

4+4+4 ile eğitimde yapılan son yapısal reform da aslında eğitimi serbest piyasa ekonomisine göre yeniden dizayn etmektedir. Gerek kanunun gerekçesi, gerekse Milli Eğitim Bakanının izahı ve Başbakan’ın açıklamaları değişikliğin her şeyden önce ekonomik argümanlarla yapıldığını ortaya koymaktadır. Diğer argümanlara ise bu gerçeği kamuoyunda meşrulaştırma ve toplum yararınaymış gibi gösterme amacıyla başvurulmaktadır.

Bugün 4+4+4 eğitim sistemiyle ilgili tartışmaların gündeme gelmeyen ciddi bir ekonomik boyutu da bulunmaktadır. Bu bağlamda zorunlu eğitimin süresinin, 12 yıla çıkarılmasının, açıkça ifade edilenlerin dışında, eğitimi “ekonomik rant sektörü” gören neoliberal yaklaşım açısından bakınca, “eğitim piyasasını” genişletme, “pazar hacmini” büyütme ve “müşterici” sayısını arttırma gibi daha asli nedenler taşıdığını düşünüyorum.

Notları aktaran: Mustafa Kubilay

İlk yorum yapan olun

Bir yanıt bırakın