İslamcılığın Devletleştirilmesi – Ahmet Örs

Abdülhamit, İslamcılık’ı devleti kurtarmak için resmi politika haline getirmişti. Padişahlık öncesi kendi kişisel hayatında modernliği seven bir kişi olarak Abdülhamit’in pragmatizmi ilginçtir. Resim sanatına tavır alan sünni geleneğin bir müntesibi olan Abdülhamit’in yeni gelişen bir teknoloji olarak fotoğrafa düşkünlüğü meşhurdur. Avrupa’dan gelen tiyatro ekiplerinin temsillerini takip etmekten zevk alır. Hâlbuki Osmanlı erkeklerinin bu tiyatrolara gitmesi yasaktır, çünkü tiyatrolarda tesettürleri de olmayan kadınlar oynamaktadır. Kendini halifelik ünvanı ile tanımlayacak birinin bu basit ama dini ve toplumsal bakımdan önemli addedilen alanlarla ilişkisi bu profilin geçmişi hakkında bir kanaat oluşması bakımından mühimdir.

Abdülhamit’in padişah olduktan sonra halifelik sıfatını da yedeğine alarak yürüttüğü siyasete İslamcılık diyorlar. Her ne kadar bir saltanat devleti de olsa zaten kendini İslami bir temelde inşa ettiğini düşünen ve “dîn-i mübîn-i İslam”a hizmeti şeref addeden bir devletin İslamcılık siyasetine geçmesi ayrı bir tartışma konusudur. Sanırız ki bunun temelinde II. Mahmut’un şahsında sembolleşen Osmanlı batılılaşmacı siyaseti yatmaktadır.

Abdülhamit, çöken Osmanlı devletini kurtarmak için hilafeti etkin bir kurum olarak devreye sokar. Ondan önce böyle bir kullanım yoktur. Doğrusu esaslı ve etkin bir siyasettir bu. Hilafet siyaseti özelikle İngiltere hegemonyası karşısında küresel ölçekte Osmanlı Devletinin elini güçlendirmiştir. Ayakta kalabilmek için hilafet siyaseti üzerinden ümmeti mobilize etmeye çalışan Osmanlı bir yandan da Almanya ile yakın ilişkiler geliştirmektedir. Osmanlı Devletinin Almanya ile girdiği ortak savaş ve projeler İslam halklarına cihad olarak ilan edilmiştir. I. Dünya savaşı bunun açık örneğidir. Abdülhamit ya da aynı saiklerle devleti kurtarmaya dönük pragmatist politikalar uygulayan diğer padişahların yaptıklarını halka ya da halklara kabul ettirebilmelerinin en etkin aracı İslami hassasiyetleri harekete geçirmektir. İslami hassasiyetler halkın devlet pragmatizmini meşrulaştırması sonucunu doğurmuştur.

Abdülhamit’in bu çerçevede Cemaleddin Efgânî ile karşılaşması ve ona yaşattıkları (belki de onu yaşatmaması) önemli bir örnektir. İslamcılığın en büyük üstadlarından, ümmetin büyük önderlerinden biri olan Efgani’yi, İstanbul’a çağırdığı ikinci seferinden sonra alıkoyup ölümüne değin ev hapsinde tutan Abdülhamit, Efgânî’nin siyasi anlayışı karşısında dehşete düşmüştü. (Mustafa İslamoğlu’nun “İslami Hareket – Anadolu” serisinin ilgili kitabında ve Ümit Aktaş’ın “Osmanlı Çağı ve Sonrası” adlı eserinde bu bahis ele alınır. Adem-i merkeziyetçi bir siyaseti savunan Efgânî’ye Abdülhamit, “Osmanoğulları’na ne bıraktın efendi?” diye çıkışır. Efgânî, sembolik olarak “hilafeti” deyince ipler kopar ve üstadın, ölümüne değin İstanbul’daki mahpusluğu başlar.) Abdülhamit’in İslamcılık ideallerinin sınırı burada ortaya çıkmıştır, İslamcılık Osmanoğulları’na güç, kudret ve beka getirecekse bir anlam ifade eder. Osmanlı devletini kurtarıp öne çıkaracaksa anlam kazanır. Halk arasında söylenen “koyun can derdinde, kasap et derdinde” atasözünün “cuk” diye oturduğu bir hadisedir yaşanan.

Bugün, Osmanlı Devletinin yıkımıyla başlayan Kemalizm parantezi kısmi şekilselliği dışında kapanıyor. Bu parantezin pozitivist rüzgârların hızlı estiği bir yüzyılın ardından açıldığını, bu topraklarda ve ayrıca değişen siyasi koşullarda tutunması, kapanmaması mümkün değildi. Anacak kapanan parantezden sonra dönülen siyasi çizgi Abdülhamit’in pragmatist İslamcı siyasetinden başkası değildir. Kemalist parantez sürecinde dahi özelikle sağ iktidarlarca İslam ve Müslümanlarca sık sık girilinen pragmatist ilişkiler AKP iktidarıyla en üst seviyeye ulaşmış, artık İslam ve Müslümanlarla girilinen ilişkiler olarak değil de bizzat İslamcıların sürece dâhil olduğu, İslamcıların devletin ve siyasetin dümenine geçtiği bir durum ortaya çıkmıştır. Elbette İslamcılığın bu yeni versiyonu kendi dinamikleriyle vücut bulmuyor. Dönüştürülen, her türlü pragmatizme açık bir karakter gösteriyor. Devletin her hal ve şartta hangi ideolojik kisveyle olursa olsun korunma güdüsü mevcut iktidar sürecinde de kendini göstermektedir. Alenen ilan edilmese de geldikleri İslamcı taban ve süreç dolayısıyla İslamcılıkla ilintilendirilen mevcut iktidar, dini imaj ve söylemleri devleti tahkim etmek, o değerleri sistemle bütünleştirmek için elinden gelen gayreti göstermektedir.

İslamcılığın ülke ve dünya halkları için, bütün ezilen sosyal ve siyasal katmanlar için bir umut olmaktan uzaklaştırıldığı bir süreçtir bu ve bu süreç her şeyin neoliberal politikalar doğrultusunda talan ve yağmacılara peşkeş çekilmek için özelleştirildiği bir dönemde “İslamcılığın devletleştirilmesi” gibi bir garabet sonucunda ortaya çıkmaktadır. (Cihan Tuğal’ın ‘Pasif Devrim: İslami Muhalefetin Düzenle Bütünleşmesi’ adlı çalışması bu süreci esaslı bir tahlile tabi tutmaktadır.) İslami imaj ve söylemlerin “Güçlü Türkiye” vurgusu için bir malzeme olarak kullanıldığı, neoOsmanlıcılık iddialarından keyf alındığı bu süreç kapitalizme karşı çıkmayan, neoliberalizmin vurucu jandarması NATO’yu Diyarbakır’a, İzmir’e konuşlandıran; aynı şebekeyle Afganistan’a, Libya’ya çıkarma yapan ve en nihayetinde Hristiyanlık ruh ve kisvesini devralmış bir İslam anlayışı ile mümkün olabiliyor.

İslamcıların Kemalist parantezle yaşadıkları kabus dolu yılların savurduğu ve o korkuların sürekli bir tehdit ve şantaj malzemesi olarak demoklesin kılıcına döndüğü bir zamanda İslamcılığın devletleştirilmesine yapılan eleştiriler ergenekonculukla bile suçlanabilecek bir aşamaya geldi. Kıpırtılarla kendini yeni yeni hissettirmeye çalışan devrimci İslamcı kanattan, Kürt sorunu bahsinde hükümetin politikalarına gelen hemen her itiraz karşı tarafın din düşmanlığı argümanıyla püskürtülür; sosyal adalet, emek sömürüsü, kapitalistleşme bağlamında yapılan eleştiriler de Müslüman sosyalist, İslami sol, gecikmiş sol söylem gibi yaftalamalarla karalanır, yok sayılır oldu. Dolayısıyla, İslamcılığın vicdansız bir pazar ideolojisi, tavizsiz bir milli misak kılıcı olarak sunulup savunulması Abdülhamit pragmatizminin yeniden neşvü nema bulmasının açık göstergesi olarak okunmalıdır.

1 yorum

  1. islamın devletleştirilmesi gerektiği söyleminiz tarih itibariyle yalan. yazınıza uysun dıye sankı bu söylemi eleştirilere karsı söylenmiş gibi lanse etmeniz esas itibariyle sizin yaftalamanız. Eren erdem adlı yazarın özellikle ulusal kanaldaki soylsılerınden dolayı ergenekonculuk söylemı ortaya cıktı. bunun dıllnedırılmesi de, ergenekoncu lafını cıkaran dan cok, bu ıthamla ıtham edilen kişi (eren erdem ve taraftarları) kıyameti kopardı. madem ulusal kanalda yayın yapmak ergenekonculuk değil ise, o zaman abdestli kapitalist söylemini belli bır zaman söyleme, stv de ergenekonculara laf söle bakalım. bu nede olsa sizin mantıgınıza göre abdestli kapitalist oldugunuzu gostermez . böyle bir mantık olabilirmi. islam demek vasat demektir ıkı taraf yanlıs ıse ortada durmak demektir. sen bır yone taraf olup dıger yöne laf solersen senı o taraftan kabul etmeleri kadar dogal ne olabilir. yahu cocukca bır yazı yazmıssınız. osmanogulları konusunda da yanlıssınız yada bılerek yapıyorsunuz nede olsa osmanlı karsıtlıgı suan revacta moda yani in (not out). modaya uygun yazı yazmak klasık bır yontemdir sayın ahmet örs. osmanlı macarıstanı fethetti. 100 lıra vergı topladı 150 lıra verdi yatırım yaptı. kaba tabırı ıle soledım. ve 15o yıl hukmetti. macar cumhurbaskanı uluslar arası bır konusmasında iyiki osmanlı bızı yonetmıs dedi. bilmem haberiniz varmı.

Bir yanıt bırakın