“Türkiye’de son otuz yılda hükümet güçleriyle PKK arasında süren çatışmalarda 50 bin kişi hayatını kaybetti.” Dünya medyası Silvan’daki 13 askerin hayatını kaybettiği çatışmayı bu şekilde duyuruyor. Tıpkı bundan 10–15 sene önce Türk medyasının falanca Latin Amerika veya Uzak Asya ülkesindeki devlet güçleriyle ayrılıkçı falan örgüt arasındaki çatışma haberlerini duyurduğu gibi… Örneğin Tamil Kaplanlarıyla Sri Lanka askerleri arasındaki her çatışmadan sonra, TRT bu klişe cümlenin de içinde bulunduğu haberler verirdi ve yıllar içinde bu haberlerde değişen tek şey ölü sayıları olurdu. 10–15 yıl öncesi diyorum çünkü dünya üzerinde kendi ülkesi içerisinde ayrılıkçı bir örgütle bu kadar kanlı bir çatışmayı sürdüren Türkiye’den başka bir ülke kalmadı. Son yıllarda etkinliği iyice azalmış olan Tamil Kaplanları bile 2009 ‘da Sri Lanka güçleri tarafından kesin yenilgiye uğratıldı.
Bu tür çatışmaların bitmesinde önemli bir neden hem bu ülke halklarının hem de örgüt mensuplarının bu süreci yönetecek bir psikolojilerinin kalmamış olmasıydı. Uzun yıllara yayılan çatışmalar, terör olayları, ölümler, büyük maddi kayıplar sürecin daha fazla sürdürülebilir olmaktan çıkarmıştı. Bunun sonucunda ya örgütler zayıfladı ve teslim veya yok olmak zorunda kaldılar ya da devletler daha özgürlükçü bir yapıya dönüşerek toplumsal taleplerin siyasal yollarla çözümünü sağladı. Bunun en iyi örneği de İspanya’dır. Ülkeyi özerk bölgelere ayırarak ve Katalan etnik kimliğini tanıyarak Bask bölgesinin bağımsızlığı için mücadele eden ETA örgütünü en sonunda silah bırakmak noktasına getirdi.
Bu olayları bitiren önemli bir neden de Marksizm’in dünya üzerinde yaşadığı ideolojik yenilgiydi. Bu tür örgütlerin büyük çoğunluğu ilhamlarını Marksizm’den alan veya kendi direniş ideolojilerini Marksist bir paradigmadan hareketle kuran örgütlerdi. Verdikleri mücadelenin salt bir milliyetçi bağımsızlıkçılık değil, emperyalizme ve sömürüye karşı bir mücadele olduğunu söylüyorlardı. Oysa soğuk savaşın bitmesi ve Marksizm’in geri çekilişi ayrılıkçı örgütleri de ideolojik bir çıkmaza soktu. Üzerinde durdukları ideolojik zemin altlarından kaydı. Dünyayı anlamlandırdıkları ilişkiler ağı ortadan kalkınca hem kendilerini anlamlandıracak hem de kendilerini uğruna savaştıkları insanlara anlatabilecek bir dili kaybettiler. Bu durum ikili bir sonuç ortaya çıkardı. İdeolojik zayıflama örgütleri de zayıflattı ve örgütler bitme noktasına geldiler. Öte yandan da mücadelenin ideolojik boyutunun zayıflaması olayları bir insan hakları ve kimlik siyaseti noktasına taşıyınca devletler de bu sorunlarını çözme noktasında daha cesaretli hale geldiler.
Türkiye savaşmayı da barışmayı da beceremeyen bir ülke olduğu için bu kanlı süreç daha da sürecekmiş gibi gözüküyor. Her yitip giden candan sonra “tam da çözüme bu kadar yaklaşmışken” cümlesini duymaya da çok alıştık. Daha çözümün nasıl olacağı konusunda bir mutabakat yokken çözüme yaklaşmak da nasıl oluyor, onu hiç soran yok. İyi de dünya üzerinde bu türden sorunlar bir şekilde çözüme kavuşurken Türkiye neden hala Kürt sorunun çözebilmiş değil?
Türkiye’de devletin farklı toplumsal kesimleri birbirine düşman ederek, sorunları da çözümsüz hale getirdiği bilinen bir gerçek… Devlet bu politikasını en iyi Kürt meselesi konusunda uyguluyor. Kürtlere kültürel haklarını vermenin cumhuriyet devrimlerinden büyük taviz vermek anlamına geleceğini düşünen hatırı sayılır bir Kemalist kesim var zaten Türkiye’de. Üniter ulus devlet anlayışından sapmanın ülkeye ihanet olacağına inanan ve Kürtlerden cumhuriyetin düşmanı olduklarından dolayı nefret eden bir kesim. Ancak devletin asıl başarısı PKK ile mücadeleyi muhafazakâr bir söyleme dökebilmiş ve bu muhafazakâr söylemi ülkenin dindar Türklerine de kabul ettirebilmiş olmasında yatıyor. Devletin PKK ile mücadelesi devlet, vatan, millet, milli ve manevi değerler gibi kavramların etrafında dönüyor.
Askeriyeyi peygamber ocağı olarak gören muhafazakâr almayış sürekli güçlendiriliyor. Gazilik, şehitlik gibi kavramlarla PKK’yla mücadelenin kutsal bir savaşmış gibi algılanması sağlanıyor. Hayatını kaybeden askerlerin cenaze namazlarına yüksek rütbeli subaylar da katılıyor, hatta mevlitler okutuluyor. Sanki ülkeyi işgale gelmiş yabancı bir orduya karşı milletin verdiği topyekûn mücadele duygusu uyandırılıyor. Öldürülen veya yakalanan PKK’lılar dehümanize edilerek küffar askeri muamelesi görüyor. Böylesi bir ortamda akıl, vicdan, adalet gibi insani değerler ortadan kalkıyor. Bu yolla Kürtlere karşı kışkırtılan dindar Türkler, Kemalistler ve ülkücülerin yanına eklemlenerek Kürtlere karşı büyük bir muhalefet bloğu oluşturuluyor. İnsanları adalete ve barışa çağıracak güçlü bir toplumsal kesim bırakılmayınca meselenin çözümü iyice zorlaşıyor.
PKK’nın ideolojisi de dünyadaki bu tip diğer örgütler gibi Marksizm. Marksizm’in soğuk savaş sonrasında geri çekilmesi PKK’da fazla bir ideolojik sıkıntı yaratmadı. Çünkü soğuk savaş sonrasında sadece Marksizm değil bütün ideolojiler güç kaybetti. Küreselleşme bütün ideolojilere darbe vurdu. Ancak bu durum Türkiye için çok da geçerli değil. Türkiye’de Kemalist resmi ideoloji hala ayakta duruyor. Ülkenin bütün sorunlarına resmi ideolojinin penceresinden bakılmaya devam ediliyor. İktidardaki siyasi partiye göre resmi ideoloji sol Kemalizm ya da sağ Kemalizm olabiliyor. Fakat Kemalizm’in belirlediği temel ilkeler ülke siyasetine har zaman hâkim durumda… Yeni anayasa tartışmalarında bile Kemalizm’in bu konumu tartışılmıyor. Kaldı ki PKK’nın da Marksist ideolojinin krizinden sonra Kemalizm’e kayması ve bir Kürt Kemalizm’i inşa etmeye çalıştığı da bir gerçek. İş böyle olunca Kürt meselesi bir ideolojik mesele olarak kalmaya devam ediyor ve bir insan hakları meselesi ya da kimlik siyaseti bağlamında düşünülmüyor. Sorunu çözmeye dönük atılacak adımlar devletin bir ideolojik mağlubiyeti olarak görüleceği için köklü çözümler üretilemiyor ya da hayata geçirilemiyor.
PKK’nın ideolojik bir açmaza düşmemesinin bir nedeni de Kürt meselesinin yapay değil, gerçek bir mesele olmasıdır. Türkler ve Kürtler yüzlerce yıl birlikte yaşamalarına karşın Türk ulus devletinin kurulmasıyla bu birliktelik bozuldu. Türk ulus devleti içinde yaşayan herkesi Türk yapma politikası bu meseleyi doğurdu. İmparatorluk bakiyesi üzerinde kurulan bir ülkede ulusal kimlik de (1930–1944 yılları arasını dışarıda tutarsak) zorunlu olarak ırk temelinde değil, kültürel temelde kuruldu. Ulus kimliğini kültürel bir temelde kurduğunuzda farklı etnik kimlikleri tek bir ulusal kültüre bağlayabilseniz bile bu kimlikleri tamamen yok etmeniz mümkün olmaz. Bu nedenle de Kürtleri asimile etmek mümkün olmadı. Öyleyse tek bir ulusal ve kültürel kimliği tüm topluma dayatan bir ulus devlet içerisinde bu kimliği kabul etmeyerek, kendi kültürel kimliğini yaşamak isteyen insanların meselesi gerçek bir meseledir. Başbakanın Türkiye’de Kürt sorunu yok, PKK sorunu var şeklindeki açıklamaları herhangi bir gerçekliğe tekabül etmemektedir. 90’lı yılların söylemleri haklı olsaydı zaten bugün bu konuları tartışmıyor olurduk. Türkiye Cumhuriyeti halka rağmen halk için paradoksunun üzerine kurulmuştu. 1923 yılında bu belki küçük bir paradokstu ama doksan yıl boyunca bu paradoks üzerinden siyaset üretince şimdi paradoks o kadar büyüdü ki kimse ilmeğin ucunun nerede olduğunu artık bilmiyor. Olan sadece ölene oluyor.
Bir yanıt bırakın
Yorum yapabilmek için oturum açmalısınız.