İnsan hakları, insanın doğuştan kazandığı yaşama azizliğidir!

TOKAD Seminerlerinde bu hafta Atıf ÖZMEN, “İnsan Hakları Mücadelesi”ni anlattı. İnsan haklarının politik, felsefi ve hukuksal anlamda tartışılan bir konu olduğunu ifade ederek sözlerine başlayan ÖZMEN, daha sonra şöyle devam etti. “2. Dünya Savaşı sonrasında daha çok gündem olan insan hakları, eğer bir hak ihlali varsa tartışılmıştır. İnsan haklarını öğrenmek, insan hakları ihlallerini engellemez. İnsan hakları, insanın doğuştan kazandığı hakkıdır. Yaşama azizliğidir. Devredilemez ve vazgeçilmezdir. Mutlaktır ve hiç bir şekilde pazarlık konusu yapılamaz.Hak, kimsenin tekelinde olamaz.”

Daha sonra insan haklarını,

1.kuşak haklar (Sivil ve siyasi haklar)

2. kuşak haklar (ekonomik ve sosyal haklar)

3. kuşak haklar, (kollektif haklar) olarak üçe ayıran Özmen, insan haklarının yeni ihlaller ve olaylarla karşılaştıkça güncellendiğini, herhangi bir ihlal olmadan da insan haklarının kavranması ve yerleşmesi için çaba sarfedilmesi gerektiğini vurguladı.

Atıf Özmen, klasik liberal yaklaşımda hakların öznesinin birey olduğunu, bazı haklarınsa ancak birlikte savunulabileceğini, kollektif hak arayışının daha büyük bir güç sağladığını söyleyerek, hakikati söylemenin kamuoyuna yapılacak bir eylem olduğunun altını çizdi. Özmen konuşmasını şu şekilde sürdürdü:

“Devletlerin insan hakları konusunda kötü bir sicili vardır. Devletin elini çektiği yerde insan hakları kendiliğinden yeşerecektir.Bir hak ihlalini devletin iç meselesi saymak doğru değildir. Her hangi bir yerdeki bir hak ihlali bize, dünyadaki bu hakkı ihlal edilen insanların yanında durma ödevini yükler. Yaşadığımız ülkede ne yazık ki ne zaman birey hakları ve devlet karşı karşıya gelse, yargı hemen devlet hakkını savunmaya geçer.”

İnsan hakları denince ilk önce kime insan denildiğinin, insan olmanın ölçüsünün ne olduğunun da akla geldiğini belirten ÖZMEN, örneklerle, değişik zaman ve mekanlarda insan denilen varlığının tanımının değiştiğini vurgularken, bütün insanların insan kavramının kapsamını genişletmek için mücadele vermesi gerektiğini, bu konuda iki yüzlü batılı devletlerle değil, onların halklarıyla dayanışmak gerektiğini, bir taraftan insan hakları vurgusu yapan batının, göçmen botlarını acımasızca batırabildiğini, bu konuda çifte standartlı davrandığını sözlerine ekledi. Daha sonra şu şekilde devam etti:

“Farklı inanç ve kökenlerden gelmek dayanışmaya engel olmamalıdır, küresel vicdanın bir parçası olmak gereklidir. Kendi toplumumuz da insanlar, insancıklar ve insan olmayanlardan oluşur. “Akrabası olmadığı halde ve hiç bir çıkarı olmadığı halde bir insan başka bir insana neden yardım eder?” en temel felsefi sorulardan biridir. Burda empati kurmak ve kendini o insanın yerine koymak önemlidir. Bir kapıcının sigortasını onun hakkı olduğu için ve verilmediği zaman Allah’ın bunun hesabını soracağını düşünerek değil de devletin keseceği cezadan korktuğu için yaptırmanın yanlışlığı bir müslümana ya da bir insana nasıl izah edilebilir, böyle bir şey insanlığa ve müslümanlığa yakışır mı bunu sorgulamak gerekir. Kendimizi bu anlamda sorgulayarak, seviyeyi yükseltmeli, “Kim kurtarılmaya ve yaşamaya daha layık?” sorusunun cevabını herkes kendine sormalı, kendi aşırılıklarını terbiye etmeyi öğrenmeli, başkalarını gerektiğinde kendimizden daha çok öncelemeyi düşünmeli, bu farkındalık etrafında bir mücadele profili oluşturmaya bakmalıyız.”

Türkiye’de insanlık suçu kavramının Ermeni soykırımı ile literatüre girdiğinin altını çizen ÖZMEN, cumhuriyetle birlikte, bir muasır medeniyet seviyesi masalının ortaya çıktığını, 1950 sonrası çok partili hayata geçişle birlikte bütün düzenlemelerin dış baskı ile gerçekleştiğini, Türkiyede 1980 sonrası insan hakları mücadelesinde iki örgütün aktif olduğunu sözlerine ekledi. Daha sonra Türkiye’de insan hakları mücadelesinde ön plana çıkan iki örgüt (İHD ve MAZLUM-DER) üzerinden Türkiyedeki insan hakları profilnini kısaca şöyle analiz etti:

“İnsan Hakları Derneği (İHD)nin 12 Eylülün baskıcı atmosferi sonrasında sol ve marksist kökenli insanların birararya gelmesiyle kurulmuştur. Bireysel mücadeleden çok kollektif mücedeleyi önemsemiştir. Sosyalist sol kendi mağduriyetleri üzerinden bir insan hakları mücadelesine girmiştir.Eski paradigmayı aşamamaları ve kendilerine yakın grupların haklarına eğilmeleri  kendi çıkmazını oluşturdu. 28 Şubat sürecinde başörtüsü yasağına tepkisiz kalmaları ilk çatlağı oluşturdu. Bütün bunlara rağmen İHD insan hakları anlamında ülkenin yüz akı olmuş ve bir mücadele geleneği oluşturabilmiştir.”

“1990 sonrası Mazlum-Der bir boşluğu doldurmuştur.Bir çok handikapla karşılaşmış, Refah Partisinin arka bahçesi gibi görülmüştür. Bütün hak arayanların devlet nezdinde sorunlu olarak görüldüğü zamanlarda bir çok mağdura sahip çıkmıştır. Başörtüsü bunların başında geliyordu. Cumartesi annelerine destek verilmesi bu anlamda bir tabuyu yıktı.Tutukluluk şartları ile ilgili çalışmalar yaptı. Örgütlenme çeşitliliği oldukça yaygındı. Kürtçülükle suçlandı. Çalışmaları genellikle kriminalize edilmeye çalışıldı. İHD’nin başına gelen şeylerin çoğu MAZLUM-DER’in de başına geldi. Sağcı muhafazakar bir iktidarın baskısı altında bağımsız mücadele verebilmenin koşullarını oluşturmaya çalıştı.”

Mağdurların son aşamada başvurdukları AİHM’e de değinen Atıf ÖZMEN, AİHM’in mağdurları önce devlete yönlendirdiğini ve hakkını orada aramaya sevkettiğini, kararlarıyla herkese bir değer biçtiğini belirtti.

Atıf ÖZMEN sözlerini şu şekilde tamamladı: Bir insan hakkı ihlalini gerçekleşmeden önleme çabamız olmalı. Mücadelede farklılıklar mevcut yapıyı zenginleştirmeli. Bir şeyin gerçek olması, bütün yönlerden farkedilebilir bir şeyse, topluluklar gerçek anlamda bir perpektif oluşmasına katkıda bulunur. Bunu da birarada olmak sağlar.”

Daha sonra seminer, dinleyicilerin katkıları ve soruları ile sona erdi.

2013-12-22 12.41.11

İlk yorum yapan olun

Bir yanıt bırakın