Sendikal Mücadele Diriltilebilir mi?

Sendikaların zayıflatılması son otuz yıllık neoliberal politikaların en temel siyasetlerinden biriydi. Bu siyaset önemli oranda dünyada ve Türkiye’de başarılı olmuştur. Türkiye’de daha çok başarılı olmuştur çünkü Türkiye sendikacılığının damarı zaten oldukça zayıftı.

Hayatın her alanını yağmalamayı amaçlayan neoliberal dönüşüm, muhalif yapıların güçlenmesine elbette izin vermeyecekti. Sermaye çevrelerinin 70’lerde yükselen emek hareketine daha fazla taviz vermesi gittikçe daralan kâr paylarını daha da tehdit ediyordu.

Dünyadaki gelişmelere paralel bir şekilde Türkiye’de de 24 Ocak kararlarıyla sembolleşen neoliberal dönüşüm politikaları 12 Eylül cuntasının zora dayalı siyasetiyle hızlı bir şekilde uygulandı. Sendikaların, partilerin kapatıldığı, muhalif olabilecek her çevreden grup ve kişilerin ezildiği bir dönemdir bu. Bu dönemde kapitalist politikalar tekrar kendini güvende hissederek rahat bir nefes almıştır.

Geç kapitalistleşmiş ülkelerde süreç bazen darbeciler vasıtasıyla bazen de ılımlı siyasetçilerle/demokratik süreçlerle hızlandırılır. Önce ölümü gösteren cunta politikaları devreye sokulur, sonra da sıtmaya razı edilen ılımlı-dindar siyasetler kurtarıcı gibi gösterilir. Türkiye’de, dünyadaki birçok örneğine de paralel gelişen bu siyasetler özellikle İslami çevreler tarafından algılanamadı ve bağımsız durumlar/gelişmelermiş gibi değerlendirildi.

Zaten Türkiye toplumu ve siyasetinde tam olarak kökleşemeyen, kendine uygun bir toplumsal damar üretemeyen sendikal mücadele bir de terörize edilince sistem nezdinde baş ağrısı olmaktan çıkarıldı. Sendikal mücadelenin zayıflığında son otuz yılda Türkiye tam bir yağma ve talan memleketi oldu.

90’larda cunta korkusunun kısmen kırıldığı lokal sendikal direnişler olsa da fotoğrafın tamamı bize geri çekilmiş, yerel ve küresel sermaye çevreleri karşısında mağlup olmuş bir sendikal mücadele görüntüsü sunuyor. Kamu kurum ve varlıklarının son otuz yılda bazen ağır aksak bazen de AKP döneminde olduğu gibi hızla özelleştirilmesi buralarda çalışan emekçileri işsiz bıraktı. Sendikalar 12 Eylül sopasıyla bükülen bellerini doğrultamadıklarından sürece direnemedi. Sendikal mücadeleye, sendikal mücadelenin cunta tarafından terörize edilmesi ve bazı sendikaların sahte kimliklerinin yarattığı güvensizlikten dolayı toplumsal destek de gelmedi. Bu destek bazen dindar iktidarların işçileri çalışmadan para kazanan yağmacı güruha benzetmesi nedeniyle de engellendi.

Hâlbuki yağmacılar, yerel ve küresel sermaye; bunların taşeronu da iktidarlar idi. Ancak siyasetin manipülatif karakteri ve ezilen toplumsal muhalefetin zayıflığı, sürecin geniş kitleler tarafından doğru okunmasına engel oldu. Bugün, iyi kötü okumuş yazmış İslami camia başta olmak üzere süreç hala doğru bir şekilde okunamıyor.

Şimdi bu noktada fiili bir okuma yapılması icap etmektedir. Türkiye İslamcılarının soyut, İslamcılık dışındaki muhalefetin de at gözlüklü okumaları yerine doğrudan meydanlarda üretilecek bir siyasetle başka bir okuma şansı üretilmek zorundadır. Fiili okumaların entelektüel zemini olmadan olmaz elbette ancak bu entelektüel okuma fiili İslami bir dille her toplumsal çevreye gösterilmek zorunda.

Vahyin ilk seslenişi de aslında doğrudan bu okuma biçiminin örneğini sunar bize. Evreni, hayatı, her türlü insani ve sosyal ilişkiyi, her türlü varoluşsal meseleyi Yaratan Rabbimizin bize ilettiği ilkeler, değerler çerçevesinde okumak durumundayız. Tabi ki bu okuma Hz. Peygamber örnekliğinde de görüldüğü üzere teori ile pratiğin bütünleştiği ve hikmetin ortaya çıktığı bir okuma şekli olmalıdır.

Sendikal mücadele, insanı egemenler karşısında köleleştiren, taşeronlaştıran, sadece piramitlere sırtında taş çıkarırken ölüveren biyolojik bir makine olarak gören kapitalizme karşı adalet ve özgürlük mücadelesi vererek doğru okumalar yapmanın vesilesi olmak zorundadır. Ancak böyle bir okuma sendikal mücadeleyi diriltebilir.

Müslümanların insanın eşref-i mahlukat olarak yaratıldığına dönük vurguları sohbet ve vaazlarında sıkça kullandıklarına tanığızdır. Ancak 12 Eylülden bu yana her gün ölümcül bir şekilde artan taşeronlaşmanın bu vurgunun neresinde yer aldığını görmemeleri düşündürücüdür. Son on yılda iş cinayetlerinde 10 binden fazla insanın kâr hırsıyla katledilmesinin bu hakikatle nasıl bağdaştığına ilişkin yetkin değerlendirmelerin yaygınlaşmaması düşünsel sefaletin açık göstergesi değil midir?

Sendikal mücadelenin fiili okumaları, Ebu Cehil ve Firavun anlatılarında kalmış kölelik tahlillerinin bugüne ulaşmasını sağlayabilir. İslamcı camianın layıkıyla bulamadan yitirdiği toplumsal muhalefet imkânlarını fark ederek daha geniş bir hat üzerinde kurumlaştırabilmesinin önünü açabilir. Kendilerini Allah ile aldatanları fark etmelerini sağlayabilir. Çünkü Firavun gibi zihinsel propaganda ve pedagoji süreciyle halkı “ahmaklaştırmayı” amaçlayanların oluşturmaya çalıştıkları kölelik rejimi ete kemiğe bürünen ekonomik usullerle var olabilir.

Bugün yerel ve küresel ayaklarıyla, dindar ve laik parçalarıyla iç içe geçmiş egemen kapitalizmin bütününe karşı topyekûn bir muhalefetin önünü açacak önemli bir kanaldır sendikal mücadele. İslami toplumsal muhalefetin yeşermesinde önemli bir öncülük yapabilir. İktidar çevrelerinin her türlü toplumsal muhalefeti zora ya da gönüllü ilişkilere başvurarak ezdiği, yok ettiği bir süreçte bu çetin yolculuk sendikal mücadeleyle başlatılabilir.

Sendikal mücadelenin dirilerek ezilen toplumsal kesimlerin tutunabilecekleri umudu yeşertmesi bir özgüven kazanımı sağlayacaktır. Bu özgüvenle NATO’ya, küresel yağmacı sermayeye daha kuvvetli bir karşı duruşla muhalefet edilebilir. Dereleri, ormanları yağmalayanlara, şehirleri talan edenlere, insanları sorgusuz sualsiz işlerinden atarak kapı önüne koyanlara karşı sağlam bir dayanışma zemini üretilebilir. Böcekleştirilerek ezilmek istendiği bir çağda bu vesileyle insan, herkese hatırlatılabilir.

 

 

İlk yorum yapan olun

Bir yanıt bırakın